Eski insanların yaşantılarına baktığımızda ‘’Ne güzelmiş.’’ diye özendiğimiz şeyler vardır. Her şeyin az ve öz olduğu, imkânların kısıtlı ama gönüllerin çok geniş olduğu zamanlar… Konuşmalarda kullanılan güzellemelerin, deyimlerin bile kendine özgü olduğu zamanlarmış... Yavaş yavaş kaybediyoruz o dönemlerin izlerini ve dönemin son neferlerini… Gerçek bir hayat yaşayan, faydaya temas eden, samimi ilişkilerle beslenen, sen-ben değil de, biz olan zamanların son neferleri yavaş yavaş ayrılıyor aramızdan…
Birçoğumuzun olmuştur, anneannesinin, babaannesinin ya da dedesinin yamacına ilişip de “Haydi sen anlat da bende dinleyeyim.” dediğimiz zamanlar… Ne tatlıydı, ne huzurluydu o günler değil mi? Hele bir de anlatırken, o günlere dönüp de yeniden yaşıyormuş gibi samimice anlatmaları yok mu?
Aslı, sınıf öğretmeniydi ve yanı sıra bir yardım kuruluşunda da
gönüllü olarak görev almaktaydı. Hem mesleği, hem çocuklarla olan ilişkisi, hem
de yardım faaliyetleriyle beraber o kadar iç içe geçmiş bir yaşantısı vardı ki,
bu onu çok mutlu ediyordu.
Bir gün dedesini ziyarete giderken, onun en sevdiği acıbadem
kurabiyesini de almayı unutmadı. “Dede torun günü yapalım, bir de güzel çay
demlerim yanına, sonra o anlatır bende dinlerim.’’ diye düşünmüştü. Dedesinin
camiden dönüş saatine denk getirerek, evin yolunu tuttu. Tam bahçenin kapısında
karşılaştılar, dedesi Aslı’yı görünce pek bir mutlu oldu. Eve girdiler,
kurabiyeleri gören Rıfat dede, çocuksu bir mutluluk ile ‘’Kızım koy hadi çayımızı ocağa, kıralım yine iki lafın belini...’’ deyiverdi.
İşte bu söz dizeleri Aslı’nın kulağına pek hoş geliyordu.
Çay hazır olunca dedesinin tabiri ile ‘tavşankanı’ demini almış çayları ve acıbadem kurabiyesi tabağıyla
beraber, cam kenarındaki fiskos sehpasına yerleştirdi ve iki yandaki
koltuklarda yerlerini aldılar. Rıfat dede, bir yandan kurabiyesini yiyor ve
çayını içiyorken, Aslı’nın kafasında ise, son zamanlarda tüm dünyanın şahit
olduğu zulümlerle ilgili dedesiyle konuşmak istedikleri vardı. Dedesi yaşı
gereği birçok döneme şahit olduğu için, anlatacakları Aslı için önemliydi…
Aslı dinlerken düşüncelere dalıverdi… Daha önce karıncalar ile ilgili bir belgesel izlemişti. Gerçekten de bir karınca baktığında; ne kadar küçük ve zayıf bir canlı ama toprağın altına bir bakıyorsun ki, orada nerdeyse aylarca süren bir sürecin sonunda, taşıdıkları küçük küçük gıdalar ile kış boyu barınacakları bir yapı inşa etmişlerdi.
Dedesinin kullandığı deyime odaklandı. Gerçekten de hareketin büyüklüğü,
efekti değil ama sürekliliği ne kadar önemliydi…
Karıncalar da kararınca bir şekilde yani pes etmeden çabaladıkça,
güçleri doğrultusunda devam ettikçe, o yerin altındaki şaşılacak görüntüleri
oluşturmuşlardı. Peki, neydi onların hareketlerini süreklilik haline taşıyan şey? Dedesi ile
bunu paylaşırken: ‘’Yavrum, insanın bu
hayatta bir duruşu, davası olursa; gücü, mevkisi, imkânları, parası, güzelliği
önemli değil ki; az çok demeden,
küçümsemeden elinden gelen gayreti ortaya koyabilir… Gücünün yettiğince,
kendi imkânları doğrultusunda o niyetine yönelik bir
hareketi olsun yeter ki…
Niyet, hareketi doğurur
Mesele senin niyetin, yönün ne? Safını belli etmekten yana mısın? Gerçek bir hayat amacın var mı? İşte ancak o zaman, Hz. İbrahim’in
öyküsündeki karınca misali oluverirsin. ‘’Dedeciğim anlatsana o kıssayı, merak ettim.’’ deyince Aslı,
başlar dedesi anlatmaya:
“Hz. İbrahim, kral Nemrut’a karşı gelmiş. Nemrut, güçlü
ve acımasız bir kral olduğunu herkes görsün anlasın diye, Hz. İbrahim‘ in
ateşte yakılması emrini vermiş. Meydanda odunlardan büyük bir yığın yapıp
odunları tutuşmuşlardı. O kadar büyük bir alevmiş ki bulutlara kadar
yükselmiş. Bütün hayvanlar ateşten korkmuş kaçmış. Nemrut’un
askerleri, Hz. İbrahim’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış. Bu
sırada, göklere kadar varan ateşe doğru bir karınca, ağzında
küçücük bir damla su ile telaşla gidiyormuş. Başka bir karınca
onun bu telaşını görüp sormuş:
– Acele ile nereye gidiyorsun?
Telaşla yetişmeye çalışan karınca, ağzındaki bir damla suyu ellerinin arasına alıp cevap vermiş:
– Haberin yok mu? Nemrut, Hz. İbrahim peygamberi ateşe
atacakmış. Meydana, ateşin olduğu yere su götürüyorum.
Diğer karınca kahkahalarla gülerek demiş ki:
– Senin yanan büyük ateşten haberin yok mu? Ateşe hiç
bakmadın mı? Ne kadar büyük, senin bir damla suyun ateşe ne yapabilir
ki?
Bir damla su taşıyan karınca:
– Olsun, ateşi
söndüremezsem de, tarafımı belli ederim!”
Suskunlukla ve dikkatle dinleyen Aslı, dedesi sözünü tamamlayınca,
gözleri dolu ve dalmış bir şekilde yere doğru bakarak: ‘’Desene dedeciğim, karınca misali bir öyküdeyiz…’’
Dedesi, Aslı’yı onaylayarak,
‘’Ya evladım aynen öyle. O sebeple en umutsuz görünen, puslu görünen anlarda
bile, biz hep rengimizi belli edeceğiz. Bu da benden sana dede nasihati
olsun…’’
Hayat akarken, geçmişte de günümüzde de, zalimler hâkim gibi görünüyor olsa da gücümüz
yettiğince zalime karşı duracağız…
“Nice az topluluklar, ALLAH’ın izniyle nice çok topluluklara galip
gelmişlerdir. ALLAH, sabredenlerle beraberdir.“
Deneyimsel Tasarım Öğretisi; insanın gerçek amacını amaç edinmiştir.
Doğru karar alabilmek, doğru seçimler yapabilmek için insanı açık bir bilince yönlendirir. Problemlerin gerçek çözümlerine yönelik stratejiler verir.
"Kim Kimdir" ile başlayan, "İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" ile devam eden programları insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar.
Yorumlar
Yorum Gönder