Bir Fırtına Tuttu Bizi

 Aliye, uzun bir aradan sonra ilk kez gün ağarırken sabah yürüyüşü yapmak için evden çıktı. Etrafı saran derin sessizliğin içinde attığı her bir adım, sanki onu koskoca bir boşluğa doğru çekiyordu. Sahildeki yürüyüş parkuruna geldiğinde havada keskin bir ayaz, yerde üzerlerine çığ düşmüş yapraklar, birkaç yürüyen insan dışında sadece uçuşan martılar vardı.

                                            

Yeni başlayan günü açık havada ve ayakta karşılamak insanı çok diri hissettiriyordu. Yağmur damlacıkları minik minik yüzüne çarpmaya başlayınca adımlarını hızlandırdı. Kulaklığını taktı. Daha hareketli bir müzik beklerken kulağına gelen o hoş, tanıdık tınıyla adımları rahatladı.

“Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı…”

Küçükken anneannesinden dinlediği, Selanik’ten göç eden sevdalıların türküsüydü çalan. Anneannesi de bir göçmendi. Türkünün hikâyesi onu, gurbetin ve hasretliğin acısıyla tanıştırmıştı. Yumuşak melodinin içinde derin bir ah ve teslimiyet gizliydi.

Zorunlu göçlerle insanlar derin bir çaresizliğin içinde, hoyratça toprağından koparılmış ve ağır kayıplar vermişlerdi. Geride her şeylerini bırakıp, yanlarına alabildiklerini de bir valize sığdırıp gelmişlerdi. Sevdiklerini, ailelerini, evlerini, hayvanlarını, toprağını, doğasını, kokusunu, yaşamlarını bırakıp yollara dökülmüşlerdi. Çok büyük bir vazgeçişti yaşadıkları. Doğru zamanda, doğru yerde olabilmek için rahatlarını bozmuşlardı. Hem terk etmişler hem de terk edilmişlerdi.

 

Her seçim bir vazgeçiştir.

Büyük fedakârlıktı yaptıkları seçim. Sadece insan seçim hakkı elinde olan bir canlıydı. Diğer tüm canlılar, yaratılış amacı neyse ona göre hareket ediyordu. İnsan irade sahibiydi ve bu irade ona seçim hakkı tanıyordu. Doğru seçimi yapabilmek, doğru tepkiyi verebilmek, net olabilmek, net durabilmek kolay değildi.  Toplanıp gözyaşları ile ilerlemek, gönülsüzce her şeyi geride bırakmak büyük bir cesaretti. İşte karar verebilmek de tam olarak böyle bir şeydi.

 

Karar, seçenekler arasında bedeline razı olduğumuz seçim demektir.

Her şeye rağmen sıfırdan bir hayat kurmuşlardı Türkiye’de. Çok çalışmışlar, çabalamışlardı. Uzun yıllar kirada oturmuşlar ve sonunda dişlerinden tırnaklarından arttırarak ev sahibi olmuşlardı. Onlar için evlerinin olması kuşun yuvasının olması gibiydi. Çok da marifetliydiler. Yazları, karınca gibi çalışır, çeşit çeşit soslar, reçeller, kompostolar, tarhanalar, turşular, erişteler, börekler yaparlardı. Misafir çağırmak onlar için çok önemliydi. “İkram edenin, alçak gönüllü olanın gönlüne kötülük girmez.” derdi anneannesi.

“Bir şarkıdan nerelere geldim.” dedi kendi kendine…

Aliye’nin bu aralar derdi bambaşkaydı. Bir sıkışıklık yaşıyordu bu dönem. Yapmak istediklerini yapamıyor, vaktini verimli kullanamıyordu. Bir işe başladığında, hep bir yorgunluk oluyor, karşısına minik minik engeller çıkıyordu. Artık bu duruma bir çare bulmalıydı. Sakin sakin düşünmek için kendisini erkenden denizin kenarına atmıştı.

“Acaba sadece ben mi tıkanıklık yaşıyorum? Bir yerlerde göremediğim bir şeyler var ama ne?” diye düşünürken dudaklarının kenarlarını ısırarak yara yapmıştı. “Bir bereketsizlik var bende…” diye derin bir iç çekti. Türküyü dinlemek onu hüzünlendirmişti. Ama her yeni bir adımında, başına üşüşen olumsuz düşünceler havaya karışıp gitti…

Denizden ufka doğru uzun uzun baktı, ailesi neler yaşamıştı. Her şeye sıfırdan başlamışlar, yılmamışlar, mücadele etmeye devam etmişlerdi.

İnsana; kendisiyle ilgili engelleri aştıktan sonra, dışarıdan gelen zorluklara göğüs germek, onlarla mücadele etmesi kalıyordu sadece… Çünkü hayatta durağanlık yoktu…

Uyumlanamazsa sorunları daha da büyüyecekti bunu biliyordu. “Boş kaldığında, bir işin olmadığında tekrar yeni bir işe koyul.” duyduğu en güzel sözlerdendi. Aliye de tekrar kalkıp yoluna devam etmeliydi.

Deniz havası iyi gelmişti, içi açılmıştı. İnsan yürürken sanki problemini daha berrak görebiliyordu. Bayılıyordu aynadaki kişiyle konuşmaya, kendi hayatından deneyim alıp yola devam etmeye… Her yeni gün bir yenilikse, modunu yükselterek yoluna devam etmeliydi.

                                      

Tıkanıklığını açmak için öncelik olarak ertelediklerini yapmaya karar verdi:

Yarım kalan kitabını okuyacak, 

Okumadığı kitapları, dergileri başkaları ile paylaşacak,

Birilerine faydalı olacak, 

Yapılmayı bekleyen işlerini bitirecek, 

Temizliği ihmal etmeyecek,

Araması gereken kişileri arayacak, 

Dolabında fazlalık olan eşyaları ayıklayıp ihtiyaç sahiplerine verecek,

Zanda bulunmaktan, eleştirmekten sakınacak, 

Üretimlerini arttırıp tüketimlerini azaltacak, boş işlerle uğraşmaktan uzak duracak…

Sıraladığı hedeflerini yaptıkça, tüm düğümler açılacaktı, yorgunlukları, can sıkıntısı geçecekti.

Aliye bunları düşünürken türkü hala devam ediyordu: “Yollarına baka baka a yârim, ela gözler süzüldü…”

Umut varsa, imkân da vardı…

Herkesin dönem dönem hayatı zorlaşır, dar boğaza girer sonra tekrar su gibi akar. Bu bir döngüdür. Önemli olan bu döngülerin nasıl değerlendirildiği bu döngüde nasıl davranıldığıdır. Çünkü kıtlığımız ile bolluğumuzu belirliyoruz. İnsanoğlunun imkânı bol iken bunun değerini bilmemesi sonrasında çoğu şeyini kaybetmesine sebep oluyor.

Aklımızın bir köşesinde bunlar olursa, hayatımızı daha güzel dizayn edebiliriz. İnsanlara faydalı olan, hayatı güzelleştiren ve bunun yaparken de karşımızdakini daha iyi hissettirebilen mutlu insanlar oluruz. Bunu yapabilmek için de üretimde olan, samimi davranan, nezaketli bir insan olmak gerekiyor. Aliye’nin ve bizlerin bunları yapabilmesi dileğiyle…



 Deneyimsel Tasarım Öğretisi; insanın gerçek amacını amaç edinmiştir. 

 Doğru karar alabilmek, doğru seçimler yapabilmek için insanı açık bir bilince yönlendirir. Problemlerin gerçek çözümlerine yönelik stratejiler verir.

 "Kim Kimdir" ile başlayan, "İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" ile devam eden programları insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar

Yorumlar